Sosyal Mi? Medya

RSS

HOŞGELDİN KANKA AMA BOŞUNA GELDİN

Belki önemli bir iş için geldin...Fakat blogumuz şuanda yapım aşamasında...Yakın zamanda yeniden bekleriz.

Launching
comeback
launchpad

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Hades'in Evi Ön Okuma


Merhaba değerli okuyucular bu yazımda kitap kurtları için yazıcağım.Yazıcağım kitap başlıktada belirttiğim gibi Hades'in Evi bu Athena'nın İşareti'ninden sonraki kitap bu Şimsek Hırsızı serisinin hepsini bende okudum hayatımda okuduğum en güzel kitaplardan ama ilk defa sizinle paylaşıyorum değerinizi bilin :) Kitapın yeni çıkan kapağınız sol tarafta görüyorsunuz şu and Türkçe kapağı piyasada yok ama diğer kitaplardan aldığım izlenimlere göre aynısı olabilir sadece ismi Türkçe yani :) Neyse kitaptan bahsedek olursam yani daha çıkmadı ama bir önceki kitaptan bahsedek olursam hiç bahsetmiyim sizin seriyi okuyup anlamanız lazım bence filmi izleyin daha sonra kitapı okuyun çünkü okurken karakterleri kafanızda candırıyorsunuz buda kitapı daha zevkli hala getiriyor.Kitapın sadece kapağı ve ön okuma çıktı ön okuma biraz anlamsız olabilir çünkü dil bilimciler tarafından çevrilmemiş sadece internetten üstünden çevrilmiş onun için anlamsız olabilir kusura bakmayın.Neyse seriyi okumak isteyen arkadaşlar için serisinin tüm kitaplarının adını yazacağım :)

1.Seri

2.Seri

  • Kayıp Kahramanlar
  • Neptünün Oğlu
  • Athena'nın İşareti
  • Hades'in Evi(bekliyoruz)


Hades'in Evi Ön Okuma
HAZEL

Üçüncü saldırı sırasında Hazel neredeyse bir kayayı yiyecekti. Sisin içine doğru bakıyor, aptal bir dağ sırasının üzerinden geçmek neden bu kadar zor olabilir ki diye düşünüyordu. Sonra geminin alarmı ötmeye başladı.

“İskele alabanda!” diye haykırdı Nico, uçan geminin pruva direğinden.

Kaptan köşkündeki Leo dümeni hızla kırdı. II. Argo sola kıvrıldı, hava kürekleri bulutları bıçak gibi kesti.

Hazel tırabzanlardan aşağı bakma gafletinde bulundu. Karanlık, küremsi bir cisim ona doğru hızla savruldu. Şöyle düşündü: Ay neden bize doğru geliyor? Sonra acı bir çığlıkla güverteye düştü. Devasa kaya başının o kadar yakınından geçmişti ki saçlarını savurmuştu.

ÇATIRT!

Pruva direği yıkıldı –yelkenler, serenler ve Nico güverteye çarptı. Az çok bir pikap büyüklüğündeki kaya, sanki başka bir yerde önemli bir işi varmış gibi sisin içine doğru yuvarlandı gitti.

“Nico!” Leo gemide dengeyi tekrar sağlarken Hazel Leo’nun yanına koştu.

“Bir şeyim yok,” dedi Nico bacaklarının üzerine yığılmış yelken bezlerini toparlarken.

Hazel kalkmasına yardım etti ve birlikte pruvaya doğru sendeleyerek ilerlediler. Hazel ufka bu sefer daha dikkatle baktı. Bulutlar altlarındaki dağın tepesini açığa çıkaracak şekilde kısmen dağılmışlardı: dağın tepesiyse yosunlu yeşil vadilerin ucunda yükselen sipsivri siyah bir taltan ibaretti. Tam zirvede dağ tanrılarından biri duruyordu –numina montanum’lardan biri demişti Jason. Ya da Antik Yunancada, ourae. Adına ne derseniz deyin, bunlar iyi niyetli değillerdi.

Karşılaştıkları diğerleri gibi bunun da üzerinde basit bir beyaz tunik vardı ve cildi bazalt gibi pütürlü ve koyu renkteydi. Yaklaşık altı metre boyunda ve aşırı kaslıydı; uçuşan beyaz bir sakala, karmakarışık saçlara ve gözlerinde deli bir bakışa sahipti. Aklını yitirmiş bir bedeviye benziyordu. Hazel’ın anlamadığı bir şeyler böğürdü ve uzaktan başka bir numina ona cevap verdi, sesleri vadilerde yankılanıyordu.

“Aptal kaya tanrıları!” diye bağırdı Leo kaptan köşkünden. “Bu direği üçüncü değiştirişim! Ağaçtan mı topluyoruz bunları be?”

Nico kaşlarını çattı. “Direkler ağaçlardan yapılıyor.”

“Konu o değil!” Leo kontrollerden biri olan  derme çatma tamir edilmiş bir Nintendo Wii kumandasını kaptı ve dairesel bir hareketle çevirdi. İlahi bronzdan bir top yükseldi. Hazel, top ateşlenmeden hemen önce kulaklarını kapama fırsatı buldu. Top patladı ve arkasında yeşil alevden bir kuyruk bırakan onlarca metal gülle gökyüzüne fırladı. Havada güllelerin üzerinde helikopterlerin pervane kanatlarına benzer kanatlar çıktı ve sisin içinde döne döne kayboldular.

Kısa bir süre sonra dağlardan bir dizi patlama sesi, peşinden de dağ tanrılarının öfkeli haykırışları yükseldi.

“Ha!” diye bağırdı Leo.

Son iki karşılaşmalarından sonra Hazel ne yazık ki Leo’nun bu yeni silahının numina’ları sadecekızdırdığını tahmin ediyordu.

Sancak tarafından bir başka kaya uçtu.

“Çıkar bizi buradan!” diye bağırdı Nico.

Leo numina’lar hakkında ağza alınmayacak şeyler söyledikten sonra dümeni kırdı. Motorlar çalıştı. Geminin büyülü donanımı gerildi ve gemi orsa haline geçti. II. Argo hızlandı ve son iki gündür yaptığı gibi tekrar kuzeybatıya yöneldi.

Dağlardan uzaklaşana kadar Hazel huzur bulamadı. Sis dağıldı. Altlarında sabah güneşinin ışığı İtalyan kırsal kesimini aydınlatıyordu –yemyeşil tepeler ve Kuzey Kaliforniya’dan çok da farklı olmayan altın rengi tarlalar. Hazel Jüpiter Kampı’na doğru gittiklerini hayal edebilirdi.

Bu düşünce içine oturdu. Jüpiter Kampı, Nico onu yeraltından çıkardığından beri son dokuz ay boyunca onun evi olmuştu. Ama şimdi orayı, doğduğu yer olan New Orleans’tan ve elbette 1942’de öldüğü Alaska’dan daha çok özlüyordu.

Beşinci Kohort barakasındaki ranzasını özlüyordu. Yemek salonundaki akşam yemeklerini, rüzgar ruhlarının tabakları taşımasını, savaş oyunları üzerine şakalaşan lejyonerleri özlüyordu. Frank’le el ele Yeni Roma’nın sokaklarında yürümek istiyordu. Bir kez olsun, tatlı, ona göz kulak olan bir sevgilisi olan sıradan bir kız olmak istiyordu.

Hepsinden çok da kendini güvende hissetmek istiyordu. Her daim korkmaktan ve endişe duymaktan bıkmıştı artık.

Nico direk kıymıklarını kollarından temizler, Leo da geminin konsolundaki düğmelere bir bir basarken kıç güvertesinde bekledi.

“Rezalet diz boyu,” dedi Leo. “Diğerlerini uyandırayım mı?”

Hazel evet diyecek oldu ama diğerleri gece vardiyasını almışlardı ve şimdi dinlenmeyi hak ediyorlardı. Gemiyi savunmaktan bitap düşmüşlerdi. Sanki saat başı bir başka Romalı canavar II. Argo’nun çok lezzetli bir yemiş olduğunu düşünüyordu.

Hazel birkaç hafta öncesine kadar birinin bir numina saldırısı sırasında uyuyabileceğini düşünmezdi ama arkadaşları şimdi kamaralarında horul horul uyuyordu. Hazel da ne zaman uyuma fırsatı bulsa komaya girmiş bir hasta gibi baygın yatıyordu.

“Dinlenmeleri gerek,” dedi. “Biz kendimiz bir başka yol bulalım.”

“Hah.” Leo monitöre bakıp suratını astı. Paramparça olmuş gömleğiyle yağ lekeleriyle dolu kotunun içinde az evvel bir lokomotifle güreşmiş gibi görünüyordu.

Arkadaşları Percy ve Annabeth Tartarus’a düştüğünden beri Leo neredeyse dur durak bilmeden çalışmıştı. Her zamankinden çok daha öfkeli ve kararlıydı.

Hazel onun için endişeleniyordu. Ancak bir yanı da bu değişimden memnundu. Leo ne zaman gülümsese ya da bir espri yapsa, Hazel’ın 1942’deki sevgilisi, Leo’nun büyük büyük babası Sammy’ye fazla benziyordu.

Aaah, hayatı neden bu kadar karmaşık olmak zorundaydı ki?

“Başka yol,” diye mırıldandı Leo. “Başka yol var mı?”

Monitöründe bir İtalya haritası parlıyordu. Apennine Dağları çizme şeklinde ülke boyunca ortada ilerliyordu. II. Argo’yu gösteren yeşil bir nokta sıra dağların kuzey kısmında, Roma’nın  birkaç yüz kilometre kuzeyinde yanıp sönüyordu. Rotalarının basit olması gerekti. Yunanistan’da Epirus denen yere gidip Hades’in Evi (ya da Romalıların dediği gibi Pluton’un Evi, ya da Hazel’ın dediği gibi Dünyanın En Korkunç Namevcut Babası’nın Evi) adlı eski bir tapınağı bulmaları gerekiyordu.

Epirus’a ulaşmak için tek yapmaları gereken, dümdüz doğuya gitmekti, Apennine’lerin üzerinden ve Adriyatik Denizi’ni geçerek. Ama öyle olmamıştı. İtalya’nın omurgasını oluşturan bu sıradağları ne zaman aşmaya çalışsalar dağ tanrılarının saldırısına uğramışlardı.

Son iki gündür güvenli bir geçit buluruz diye kuzeye doğru yönelmişlerdi ama hiç şansları yoktu.Numinamontanum’lar Gaea’nın, Hazel en az sevdiği tanrıçanın, çocuklarıydı. Bu da onları epey kararlı düşmanlar yapmaya yetiyordu. II. Argo saldırıları savuşturmaya yetecek kadar hızlı uçamıyordu ve tüm kalkanlarını kaldırsa da paramparça olmadan sıradağları aşamazdı.

“Hepsi bizim yüzümüzden,” dedi Hazel. “Nico ve benim. Numina’lar bizi hissedebiliyorlar.”

Kardeşine şöyle bir baktı. Onu gigantlardan kurtardıklarından beri Nico gücünü yeniden kazanmıştı ama hala insana acı verecek kadar zayıftı. Siyah tişörtü ve kot pantolonu iskelet gibi bedenine bol geliyordu. Uzun, koyu renk saçları çökmüş gözlerini çevreliyordu. Buğday teni hasta gibi yeşilimsi beyaza dönmüştü, ağaç dalı rengindeydi adeta.

İnsan yaşı olarak daha on dört sayılmazdı, Hazel’dan sadece bir yaş büyüktü ama hikaye bundan ibaret değildi. Hazel gibi Nico di Angelo da başka bir çağdan gelen bir melezdi. Bir yaşlılık enerjisi yayıyordu – modern dünyaya ait olmadığını bilmenin verdiği bir melankoli.

Hazel onu yeni tanımıştı ama onu anlıyor, hatta hüznünü paylaşıyordu. Hades çocukları (ya da Pluton, her neyse) nadiren mutlu bir hayat sürerlerdi. Ve Nico’nun ona bir gece önce anlattıklarına bakılırsa, Hades’in Evi’ne vardıklarında en büyük zorlukla karşılaşacaklardı – Nico bu zorluktan kimseye bahsetmemesi için Hazel’a yemin ettirmişti.

Nico Stygia demiri kılıcının kabzasını kavradı. “Toprak ruhları Yeraltı çocuklarını sevmezler. Doğru. Onların kanına dokunuruz – kelimenin tam anlamıyla. Ama bence numina’lar gemiyi de hissedebiliyorlar. Athena Parthenos’u taşıyoruz. Büyülü bir deniz feneri gibi bir şey bu da.”

Geminin yükünün çoğunu oluşturan devasa heykeli düşününce Hazel ürperdi. Roma’daki mağaradan o heykeli çıkarmak için çok şey feda etmişlerdi ama şimdi onunla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Şu ana dek işe yaradığı tek şey kendine daha çok canavar çekmek olmuştu.

Leo parmağını İtalya haritası üzerinde gezdirdi. “O halde dağları aşmaktan vazgeçiyoruz. Ancak sorun şu ki dağ sırası epey uzun, hem güneye hem kuzeye doğru.”

“Denizden gidebiliriz,” diye önerdi Hazel. “İtalya’nın güney ucundan yelken açabiliriz.”

“Çok uzun bir yol o,” dedi Nico. “Hem malum…” Sesi çatladı. “Deniz uzmanı Percy de yok.”

Percy’nin adı bir gök gürlemesi gibi geldi bir an hepsine.

Poseidon oğlu Percy Jackson… Hazel’ın en çok hayran olduğu melez. Alaska macerasında Hazel’ın hayatını sayısız kez kurtarmıştı; ama Roma’da Hazel’ın yardımına ihtiyacı olduğunda Hazel ona yardım edememişti. Çaresizce, Annabeth ile birlikte o çukura düşmelerini seyretmişti.

Hazel derin bir nefes aldı. Percy ve Annabeth hala hayattaydı. Yüreğinin derinliklerinde bunu biliyordu. Hades’in Evi’ne vardıklarında onları hala kurtarabilirdi, ama önce Nico’nun sözünü ettiği o zorluğu aşmaları gerekiyordu.

“Kuzeyden ilerlesek?” diye sordu. “Dağ sırasının arasında bir boşluk olması gerek mutlaka.”

Leo, konsola yerleştirdiği bronz Arşimed küresiyle oynadı, en yeni tehlikeli oyuncağı. Hazel o şeye ne zaman baksa dili damağı kuruyordu. Leo’nun yanlış bir kombinasyon girip hepsini birden güverteden aşağı atacağından ya da gemiyi ateşe verip II. Argo’yu devasa bir tost makinesine çevireceğinden korkuyordu.

Neyse ki şansları yaver gitti. Küreden bir kamera lensi çıktı ve Appenine Dağları’nın üç boyutlu bir görüntüsünü konsolun üzerine yansıttı.

“Bilemedim.” Leo hologramı inceledi. “Kuzey tarafında sağlam bir geçit göremiyorum. Ama yine de gerisin geri güneye dönmekten daha iyi bir fikir. Roma’yla hiç işim olmaz artık.”

Kimsenin itirazı olmadı. Roma pek iyi bir deneyim olmamıştı.

“Ne yaparsak yapalım,” dedi Nico, “acele etmemiz gerek. Annabeth ve Percy’nin Tartarus’ta olduğu her gün…”

Lafını bitirmesine gerek yoktu. Percy ve Annabeth’in Ölüm Kapıları’nın Tartarus ayağını bulana kadar hayatta kalmalarını umut etmekten başka çareleri yoktu. Sonra, II. Argo Hades’in Evi’ne varacak, ve kapıları ölümlüler tarafından açacak, arkadaşlarını kurtaracaklar, kapıları kilitleyip Gaea’nın askerlerinin ölümlü dünyada tekrar tekrar canlanmalarının önüne geçmiş olacaklardı.

Tabii ya… Bu planda bir aksilik olamazdı zaten.

Nico altlarında uzanan İtalyan kırsal kesimine bakarak suratını astı. “Belki diğerlerini gerçekten uyandırmamız gerek artık. Bu karar hepimizi bağlar.”

“Hayır,” dedi Hazel. “Biz bir çözüm buluruz.”

Bundan neden bu kadar emin olduğunu bilmiyordu ama Roma’dan ayrıldıklarından beri ekip uyumu kaybolmuştu. Bir takım halinde çalışmayı öğrenmişlerdi. Sonra güm… en önemli iki kişi Tartarus’a düşmüştü. Percy ekibin belkemiğiydi. Atlantik boyunca Akdeniz’e doğru yol alırken onlara güven vermişti. Annabeth ise hedefe giden yolda fiilen liderlik etmişti. Tek başına Athena Parthenos’u kurtarmıştı. Yedisinin arasında en zeki olandı, tüm soruların cevaplarını bilen kişiydi.

Her sorun çıktığında Hazel ekibi uyandırsaydı sadece tekrar tartışmaya başlayacaklar, umutlarını her seferinde biraz daha kaybedeceklerdi.

Percy ve Annabeth’in onunla gurur duymalarını sağlamalıydı. İnisiyatifi ele almalıydı. Bu yolda tek rolünün Nico’nun onu uyardığı şey, Hades’in Evi’nde onları bekleyen o engeli ortadan kaldırmak olduğuna inanmak istemiyordu. Bu düşünceyi bir kenara attı.

“Yaratıcı düşünceye ihtiyacımız var,” dedi. “O dağları aşacak başka bir yol ya da numina’lardan gizlenmenin bir yolu.”

Nico iç çekti. “Tek başıma olsaydım gölge yolculuğu yapabilirdim. Ama tüm gemiyle yapılacak şey değil bu. Ve dürüst olmam gerekirse kendimi bile bir yere transport edecek gücüm yok artık.”

“Belki bir tür kamuflaj yapabilirim,” dedi Leo, “bulutların arasına saklanmamızı sağlayacak sis perdesi gibi bir şey.” Sesi pek hevesli gelmiyordu.

Hazel altlarında uzanan tarlalara bakıp onların altında ne olduğunu düşündü –babasının, Yeraltı Lordunun hükümranlığı. Pluton ile bir kez karşılaşmıştı ve o zaman bile kim olduğunu anlayamamıştı. Ondan yardım falan beklememişti hiçbir zaman –ne hayattayken, ne Yeraltı’nda bir hayaletken, ne de Nico onu yeniden hayata döndürdükten sonra.

Babasının hizmetkarı Thanatos, ölümün tanrısı, Pluton’un onu yok sayarak Hazel’a iyilik ediyor olabileceğini söylemişti. Ne de olsa Hazel’ın şu anda hayatta olmaması gerekiyordu. Eğer Pluton onun farkına varsaydı Hazel’ı ölüler diyarına geri götürmesi gerekecekti.

Bu da Pluton’u yardıma çağırmanın epey kötü bir fikir olduğu anlamına geliyordu. Ama yine de…

Lütfen baba, diye dua ederken buldu kendini. Senin Yunanistan’daki tapınağına giden bir yol bulmam gerekiyor – Hades’in Evi’ne. Eğer oradaysan, bana ne yapacağımı göster.

Ufukta gözüne bir kıpırtı ilişti –küçük ve bej renkli, tarlaların üzerinden inanılmaz bir hızla geçen, bir jet gibi arkasında iz bırakan bir şey.

Hazel gözlerine inanamadı. Umuda kapılacak hali yoktu ama bu o olmalıydı… “Arion.”

“Ne?” dedi Nico.

Toz bulutu yaklaştıkça Leo bir ıslık çaldı. “Hazel’ın atı dostum! Sen o kısmı kaçırdın. Kansas’tan beri onu görmemiştik!”

Hazel kahkaha attı – günlerdir ilk kez. Eski dostunu görmek çok iyi gelmişti.

Bir buçuk kilometre kadar kuzeyde, küçük bej nokta bir tepenin etrafında döndü ve zirvede durdu. Seçmesi çok zordu ama at şahlanıp kişneyince sesi II. Argo’ya kadar geldi. Hazel’ın hiç şüphesi kalmamıştı, bu Arion’du.

“Yanına gitmeliyiz,” dedi Hazel. “Yardıma geldi.”

“Hmm, pekala,” Leo kafasını kaşıdı. “Aaa ama şey, gemiyi asla yere indirmeyeceğimizi konuşmuştuk hatırlarsan? Hani Gaea bizi yok etmek falan istiyordu ya en son.”

“Sadece beni yakınlaştır, ip merdiveni kullanırım.” Hazel’ın kalbi güm güm atıyordu. “Arion bir şey söylemeye çalışıyor bence.”

1 yorum:

Hakkımda

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Blog Arşivi

Labels

About us

footer logo
Addiction is Clean and Responsive Personal Blogger template. Its very Simple and light.

Labels

Popular Posts

Reklamm

author
autor

Arnar Stef�nsson

A graphics designer, a web developer, a boyfriend, a friend, a son, a legend..

Facebook